Kantarın Topu Kaçtı

Hassas teraziler çağındayız. Kantara ihtiyaç kalmadı. Kantarın topunu (topuzunu değil) kaçırıp, tartıda hata yapanlar için kullanılan deyimi yeni kuşaklar hiç anlamaz.
Fakat kantarın topunun kaçması ne demek iyi biliriz.

Türkiye’yi bugün tek cümleyle tarif edin desek herhalde buna “kantarın topunun kaçtığı ülke” demeliyiz.
Kantar bir ülkenin dengesidir.

“Ayarını bozduğun kantar, gelir zamanı seni tartar” diye boşa dememişler. Şurası gerçek; bir hesaba göre 26.yıla giren AKP/Erdoğan yönetiminin uzayan boyu, bu kantar meselesini giderek gündemden çıkardı.

Kantarın ayarını bozmaktan çekinmeyenler; kafalarına göre yaptıkları hesaplarla, eğriyi doğruyu yeniden tanımladılar.

Bu bozuk kantarın yanlış hesapları; “yanılmışız, aldatılmışız, ihanete uğramışız” açıklamaları ile olağanlaştırıldı.

Ancak kantarın özellikle iktisadiyata verdiği hasar ve buradaki kayıplar içinse bu açıklamalar kafi gelmiyor.
Çünkü kantar yanlış tartsa da; 1 kg pamuk 1 kg demirle aynı.

2002 yılında 100 lirayla neredeyse 90 dolar alabilirdiniz. Tam 10 sene sonra bile bu sadece 50 dolara gelmişti.

2002’den itibaren baş döndürücü bir hızda feda edilen hesap yapma yetisi bugün, 100 lirayla neredeyse 10 dolara talim ettiriyor.

Bu değer kaybının faturasını normal demokrasilerde iktidarlar öder. Normal olmayan bizim gibi ülkelerdeyse faturayı ödemeyi reddeden iktidar olunca, faturayı herkes ödedi.
İşte kantar bu yüzden topunu kaçırmadı kantar topu attı.

Kantarın topu attığına ilişkin olarak ilk emareyi; Hazine Garantili yollardan kaçak geçişlerden kesilen 10 kat cezalarda gördük.

Zaten astronomik olan ücretler unutup da bankasından para yüklemeden geçen OGS’lere 10 katı yani %1000 faizle yansıdı.

https://veysidundar.home.blog/2020/10/12/acitan-ve-sarsan-gecikme-cezalari-%1000-nedir/


Bu çılgın gecikme cezasının geçmeyenden 10, geçenden 100, kaçak geçenden 1000 alınır mantığına dayandığını anladık.

Türkiye’de hiçbir kuruma mazhar olmayan bu dev ceza kesme imtiyazını bu tüneller, köprüler nereden alıyordu?
Yollardaki kantarın şaşırmış topu trafik cezası adı altındaki şişirilmiş faturalarla da kendini gösterdi.

Memlekette herşey enflasyona göre artarken cezalar geometrik artışa tabi oldu. Trafik kazalarını önlemediği istatistiklerle kanıtlanmışken uygulanan cezalar astronomi alanına yakın görünmekte.


https://veysidundar.home.blog/2020/10/01/omur-torpusu-istanbul-trafigi/

Ödenmeyen ekonomi yönetme faturasının en ağır yükünü ise “zaten günah, içmesinler” denilen alkol üstlendi.
Eskiden 70’lik diye bilinen rakının bu dönemde yaygınlaşan 20’lik versiyonunun adisyonda karşılığı 120 Tl oldu. 20lik oldu mu sana 120lik.

20cc rakıya 120 lira ödemek istemeyen değil ödeyemeyen halk ise çıkışı kendi içkisini kendi üretmekte buldu.

18 yılda %1800 artan fiyatlarla asgari ücreti mukayese edecek olursak eğer, hükümet alkole yaptığı zam kadar asgari ücreti artırsaydı bugün asgari ücret 33.000 TL olmalıydı.

Bir asgari ücretli maaşının %5’iyle 20 cc içki içebilir.
Bundan 18 sene önce 20’lik rakı yoktu belki fakat yukarıdaki hesapla belki binde beşi bile tutmazdı.

Velhasıl kantarın topunu dış uzaya yollayan siyasi iktidar, belki insanların bir kısmını içkiden soğutmuş olabilir fakat insaf ve izan sınırını zorlayan fiyatlar nedeniyle kendi rakısını üreten insanlar toplu olarak ölüyor. Sadece tek bir günde tam 33 can yok oldu.
Bu insanlar alkolik bile olsalar ölmeyi hak ediyorlar mı? Tek suçları maaşlarının %5’ini 2 tek atmaya vermek istememeleri.

Sadece bu birkaç örnek dahi Türkiye’de katma değerli üretim yapıp, halktan yeterli vergi toplayamayan bir yönetimin gelir üretmek için sınırları ne denli zorladığını göstermeye yetiyor.

Buna “dolarla mı maaş alıyorsun?, Mercedes’e mi binmek istiyorsun?, yurtdışında mı gezmek istiyorsun?” diyerek döviz krizini perdelemeye çalışan ekonomi bakanını da ilave ettiğinizde, aslında tablo tamamlanıyor.

Her anı siyasi krizle dolduran, sürekli düşman arayan, bulamayınca eski defterlerde “Kerbela’ya kadar giden bir siyasi akılla” buna bile şükür etmeliyiz belki de.
Ancak şükür kıymetli bir kavramdır. Böyle rastgele tüketilmez. Bu terazi artık bu sıkleti kaldırmıyor. Kantarın topu kaçtı.

Analiz, Veysi Dündar 13.10.2020

Acıtan ve Sarsan Gecikme Cezaları, %1000 Nedir?(*)

 –

(*)22 Ekim 2019’da yayınlanmıştır

Arabasız bir vatandaş olarak önceki gece sevgili Cüneyt Akman’ın davetlisi olduğum Halk TV programında açılan HGS/OGS cezaları mevzusu unuttuğum bir başlığı gündemime taşıdı.

Ülkede hiçbir yatırım aracı 1 haftada %400 getirmez. Ancak programda yapılan konuşmalar üzerine bir vatandaş attığı twitle otoyol için cezalı geçiş nedeniyle 57 TL olan borcun 1 hafta sonra 270 liraya çıktığını yazınca bu konuda fikrim değişti.

4 kat ceza vermek ve bunu 1 hafta içinde yapmak %400 faiz uygulamak aslında. Hani Kuran-ı Kerim’de belirtilen ve ocaklara incir diken “riba” için bundan iyi tanım olur mu bilemedim.

Bir malın fiyatının bugün ödenmediği için 1 hafta sonra 4 katına çıkmasının arkasındaki espriyi ben anlamadım, anlayan varsa beri gelsin ve benim gibi bir üniversite mezununa tane tane anlatsın.

Murat Ağırel’in araştırmacı ruhu ile ardı ardına sıraladığı örneklerin hepsini anımsamıyorum. Ayrıca belli noktada 10 kat yani %1000 ceza uygulandığı da ifade edildi.

Şimdi mantıklı bir biçimde düşünelim. Herhangi bir parayı bugün ödemediniz, 1 hafta sonra ödediniz ve size %400 gecikme uygulandı. Aradan bir süre geçti ve gecikme oranı %1000 oldu. Burada iki seçenek vardır: Ya siz bu parayı ödemeyerek kurumu bu denli zarara uğrattınız ya da bu sürede ödemediğiniz para cebinizde size bu miktar bir getiri sağladı.

Her ikisinin de geçerli olmadığını bilmekle beraber yine de bu konuda mantıklı bir gerekçe bulmak adına kafa yormakta fayda var diyorum.

Bu şunun için önemli, örneğin; bankadan aldığınız kredi kartının KMH’ın gecikme faizi kuyumcu titizliğiye hesaplanıyor. Bunun için kanunlar, kararnameler, düzenlemeler tanzim ediliyor.

Üstelik otoyol, köprü, tünel gibi herkese ait bir betonarme yapıyı kullanmadınız. Cayır cayır vatandaşın bankaya emanet ettiği mevduattan bankanızın size münasip gördüğü bir kredi limitini kullandınız. Sadece size ait bir tercihti bu. İster Alanya’da tatil, ister iddiada bahis, ister çoluğa çocuğa yatırımlık arsa için harcadınız.

Damlalıkla faiz hesaplanıp, üzerine çıkmak yasa yolu ile engelleniyor. Peki nasıl oluyor da yoldan, köprüden, tünelden geçmenin cezası kantar ile kesiliyor.

Bırakın kuyumcu terazisini bu cezaları tartmak için 30 tonluk tır kantarı bile zor yetişir.

Devlet kendi cezasını bile ayda 2 puan ile sınırlarken, ne hikmetse burada cezalar 10 günde aya 4 şeritli yol döşüyor, astronomik oluyor.

Bu tuhaf halin devletin yetkisini emanet ettiği işletmecilere sağladığı imtiyazın hiçbir kuruma, kişiye ya da sisteme verilmediğini söyleyebiliriz.

Reklam

Şu sıralar devletçi duruşu ile öne çıkan Perinçek’in eski Türkiye usulü bir tartışmada söylediği bir cümle hiç aklımdan çıkmaz. Tartışma faiz, haram vb üzerineydi.

Şimdiye nazaran bayağı genç görünümü ve ama en az bugünkü kadar heyecanlı haliyle Doğu bey şimdi hatırlamadığım tartışma partnerine konuyu net olarak açıklamıştı:

“Faiz mi? Paranın fiyatıdır. Siz parayı kaldırın, biz faizi kaldıracağız.”

Karşısındaki tabii ki bu müthiş tespiti çok da dikkatle dinlemese de benim genç dimağımdan hiç silinmemiştir.

Demire, çimentoya vs. emtiaya bağlı altın, döviz üzerinden birbirlerine borç alacak yapan çoğu mütedeyyinin atladığı bu yalın gerçeği aklımdan hiç çıkarmam.

Zaten dövizin, enflasyonu, enflasyonun faizi doğurduğu bu at araba denkleminde, dövizin görece dengeli gittiği son yılda faizler de düşüş göstermedi mi?

Peki Allahaşkına %400, %1000 gecikme cezası nedir? Buna gecikme faizi denmez. Buna başka bir şey denir:

Bakın İhsan Eliaçık hoca bize Murabi denilenleri nasıl açıklıyor:

MURÂBÎ: “Fâizci” demektir. Kök olarak ribâ (fâiz), “tepe haline gelme” manasındadır. Üsttekilerin en önemli özelliklerindendir. Tefecilik yaparak paralarına para katarlar. Başkasından “fazlalık” alarak tepe gibi yığarlar. Bununla mal ve servet yığarlar. Bu yolla alttakileri sömürür, kanlarını emerler. Kur’an’da başka hiçbir şey için “Faiz yiyenlere Allah ve Resulü’nün savaş açtığını bildir” (Bakara; 2/279) denmemiştir!”

AYDIN SELCEN :PORTRE(*)

(*) Ekim 2018’de yayınlanmıştır

Bir ülkeyi ülke yapan, onu diğer ülkelerden ayıran en mühim şey tabii ki sınırlarıdır. Sınırın içi dahildir. Dışı ise hariç. Tam da bu nedenle sınırın dışı ile meşgul olan meslek erbabına Hariciyeci derler. Tıpta da Hariciyeci vardır. Lakin tıptaki dahiliyecinin mütekabili siyasette ya da devlette yoktur. Envai çeşit dahili iş vardır ama harici iş bir çeşit olur.

Hariciyeci bir devletin evvel emirde en mühim mütemmimidir. Hariciyeci devletin vekilidir. Milletin vekili belki ilkokul mezunu olur da; devletin vekili mecbur mürekkep yalamış, erkan, yol, yordam bilir olacaktır.

Çok severim bir lafı: ?Senin baban ya diplomat, ya manav? denir. Bir insandaki anlaşılmaz çelişkiyi bundan iyi anlatacak hiç bir söz olamaz. Manavlara haklarını teslim etsek de, bir diplomattan beklentinin hıyarları sulamak, maydanozu ayıklamak, turpu temizlemekten ve tartmaktan çok fazla ayrıştığını ilan eden bir güzel laftır bu.

Geçtiğimiz akşam Selman Öğüt ile laf dalaşına giren Musul´un son konsolosu Öztürk Yılmaz´ın diplomatik becerilerinin sığlığına delalet eden kifayetsiz üslup ve içeriksiz söylem gayreti ile, Selman Öğüt´ü dahi tam olarak mat edemeyen halü pür melalinin yarattığı hayal kırıklığı oldukça derin idi. Her ne kadar Selman bey kendi kendini imha konusunda muarızına rol bırakmayarak dil ve akıl sürçmesinin ibretlik bir misalini ortaya koysa da, karşısında eski bir diplomat değil münazara ekibinin 3. yedeği tadında bir muhatap bulunca bu hatasının dahi kefaretini yeterince ödeyemedi.

Ben Musul Başkonsolosunun CHP´ye bu haliyle vereceği katkının Muş´taki bir manav ile çok da ayrışmayacağı kanaatimle aklıma gelen bir diğer diplomatı, yine Irak´ta görev almış Erbil´in başkonsolosu Sn. Aydın Selcen´i yad ettim.

Hatta bir adım daha ileri gidip, Türk Hariciyesinin bu altın çocuğunu, bu hiç tanımadığım ama yazıları ile kalpleri ve zihinleri fetheden entellektüel derinliği anladığım kadarı ile size resmedeyim istedim.

2004´te bir dost meclisinde iktidarı eleştirdi diye, 2013´te görevden almadığı ancak Büyükelçi de yapmadığı Selcen´e ettiği muamele devrin hükümetine de pek fayda etmedi. Praxis, stratejik derinliği Suriye ovasında stratejik sakilliğe teşmil etmek suretiyle bir güzel hak ettiği tarihsel geri dönüşüm kutusuna sevk etti.

Aydın Selcen ise altının her hal ve şartta değerini kesb ettiği realitesini aleme ve alemi bilenlere anlatmak üzere bize duvarın üstünden bildirmeye devam etmekte. Tüm öngörüleri akim olan bir dışişleri bakanının gadrine uğrama şerefine nail olmak suretiyle, öngörülerinin sarahatından emin olan bir aksiyoner olarak kendi ile ne kadar gurur duysa az.

?Bıyıklar konuşuyor? adlı Hasan Hüseyin Korkmazgil eserinde yer alan bir standarda dahil olmasa da işsiz geçen yıllarına mütekabil (Selcen, görevinden istifa etmişti, hatırlatmakta fayda var) ortaya koyduğu mürekkep gayet güçlü bir imajı terkip ediyor.

Aydın Selcen, Kaşıkçı cinayetine dair yazdığı yazı ile diplomasi bilgi ve hünerini konuşturup bu hususta yazan bir çok kişiye çerçeve çizmesi ile son dönemde yıldızını daha da parlattı.

Yazdığı her yazı sadece bilgi ile değil birikim ile temayüz eden dersler niteliğinde uyanık muvazzaf hariciyecilerin kişisel cep telefonlarının hafızasına girdi bile.

Bu ülkenin belki de en değerli kurumu olan ve katılımı en meşakkatli olan Hariciye Vekaletini dahi arsız bir yüzsüzlükle sadece dindar olma ortak paydasında bir vasatlığa terk edip, hain darbenin ertesinde ?ah biz ne yaptık?? diye kadroları adeta boşaltan akıl, yalakalık kapasitesi az diye işine son verdiği Aydın Selcen´den özür dilemeyi düşünür mü acaba?

Bu umutsuz hayalin mevcut akılla alaka ve bağının olmadığı, dünyanın sayılı başkentlerine büyükelçi olarak atanan envai çeşit AKP kadro fazlası ile ilan oluyor.

1960 darbesinden sonra Darbenin sözcüsü olan Türkeş´in (Bildiğimiz Alparslan Türkeş, Cumhur itifakının paydaşı Sn. Bahçeli´nin ebedi başbuğu) Hindistan´a yollanmasını anımsatan envai çeşit tayin ile belki gözden ırak olsun denilenlere payeler veriliyor ama devlet de vekaletini gayet yetersiz yapmaya razı geliyor.

Aydın Selcen´in yazdıklarını okumak, zihin akışını takip etmek, bu ülkenin kaynakları ile yetişmiş has bir diplomattan feyz almak adına her zeka sahibinin hem hakkı hem de ödevi olmalı.

Belki en az 20 sene daha gönül rahatlığı ile hizmet ederek yücelteceği devletin onda bulamayıp daha sonra derdest ettiklerinde bulduğu her ne ise pek de matah değilmiş. Ne o, ne de öteki olan Öztürk Yılmaz için de yapılacak şey sınırlı. O zaten Selman testinde sınıfta kalarak kalibrasyonunu tamamladı.

Biz Aydın Selcen´i Gazete Duvar´da, twitterda, Youtube´da yakalayıp bize sunduğu heybeden sonuna kadar faydalanmadan gitmeyeceğiz. O da bizden bilgisini birikimini eksik etmesin. Bize stratejik değil akademik derinlik lazım. O da eskimiş başbakanlarda değil, eskimeyen diplomatlarda var.

Muhtaç Olduğun Elektrik Yoksulluğunda Mevcuttur (80 Liraya Kadar…)(*)

(ALEV ALATLI’YA DAİR)

 

 –

(*)18 Şubat 2019’da yayınlamıştır

Alev Alatlı iktidarın en sevdiği yazarların başında gelir. AKP’nin ideolojik alt yapısını tesiste önemli rol oynamıştır. İkibinlerin başında yayınladığı “Or’da Kimse Var mı” isimli 4 kitaplık roman serisi özellikle AKP’nin kuruluş ideallerini ve zamanın ruhuna uygun örgütlenmesini en iyi şekilde resmeder.

Alev Alatlı Erdoğan’ı eleştirenleri ergen ve atarlı bulmuş, durumu itibariyle gençleri pek de makbul bulmamasını anlayışla karşılamak lazım. Eğitimimin zekatını ödüyorum diyerek Cumhurbaşkanlığındaki görevini bilabedel yaptığını ifade etmiş.

Keşke geçmişte yazdıklarını da unutmasa idi.

AKP’nin zaman içinde demokrasi ile arasına önce mesafe koyması akabinde ona sırtını dönmesi ile Alev Alatlı’nın geçmişte yazdıkları birer geçiş dönemi metinleri olarak ıskartaya çıktı. Alatlı da AKP’nin demokrasiden uzaklaşmasını hangi nedenle bilinmez ama muhakkak ki kişisel ikbaline olan katkısını gözümüze sokarak sıradanlaştırmaya koyuldu.

Bugün Alatlı yandaş yazarlık payesini gururla boynuna asanlardan oldu. Şedit bir dille AKP gibi düşünmeyen herkesi ve herkesimi kolaylıkla feda edilebilir gören ve gösteren yazılar kaleme alıyor, sözler söylüyor.

Ben Alatlı’nın bundan yaklaşık 20 sene önce yazdıklarını ciddiye alanlardandım. Ve nekrofili için yazdıklarını hatırladım. Bir zamanlar Türk toplumundaki nekrofiliyi teşrih eden yazar Alatlı idi. Alatlı kitabında toplumu ölüyü, ölüleri, ölümü sevmekle suçlamış, yaşamı kutsamıştı. Alatlı’nın nekrofili eleştirisine ve bunun üzerinden kurguladığı son derece ikna edici perspektife itiraz edecek az insan vardır.

Ama Alev Alatlı günümüz Türkiye’sinde bu nekrofili kritiğini yapması için yeterli neden varken bunu yapar mı ya da yapıyor mu? Alatlı’nın buna niyeti, isteği ve de iradesi olmadığını zaten yazdıklarından iyi biliyoruz.

Önceki gün Erdoğan’ın mitingde Kemal Kılıçdaroğlu’nu eleştirmek için bulduğu konu, morg, ölüm, oğlu ölmüş analardı. Erdoğan’ın kendi cümlelerinde ifade tam da şu şekilde idi:

“Biz Bay Kemal’in geçmişini biliriz. Ya bunlar ölüleri bile morgdan alıp anasına babasına teslim etmezlerdi. Biz arkadaşlarımla Kartal’da ölen vatandaşlarımızın cenazelerine katıldık. Bay Kemal siz neredeydiniz? Sadece geçenlerde istifa etmiş olan Akif Hamzaçebi vardı. Sen neredesin?”

Bu ifadelerden anladığımız yeter ki ölelim hizmetin ayağımıza geleceği ve her türlü iyi muameleye mazhar olabileceğimiz aslında.

İnsana hayırlısıyla bir öleydik dedirten türden açıklamalar.

Tam da bu açıklama ile eş zamanlı muhtaçlar için elektrik faturasının devlet tarafından ödeneceği haberi düştü önümüze.

Reklam

Ölürsek cenazemizin emin ellerde ve ağlayan anamızın da cenazemize ulaşmada sıkıntı duymayacağına dair bilgi ile rahatlamıştık. Bu defa yeterince fakirsek devletin bizim elektrik faturamızı ödeyeceğini öğrenip içimize bir ferahlık daha yayıldı.

AKP iktidarının hizmetleri gerçekten neredeyse sınırsız ama bunun için ya fakir olmanız ya da ölmeniz gerekiyor.

Meşhur laf vardır… “Beni bir sen anladın. Sen de yanlış anladın” diye. Herhalde sosyal devletin dili olsa tam da bunu söylerdi siyasi iktidara. Yoksulluğu sürdürülebilir kılıp, bize tam tekmil cenaze töreni vaat eden sosyal devletin iktidara yeni gelmiş değil bir hesaba göre 25 diğerine göre 17 senedir iktidarda olanlar tarafından öne çıkarılması, ”benim adım Hıdır elimden gelen budur”’un ifadesinden öte değil.

AKP’nin Türk toplumunun nabzına ve bu nabza uygun şerbetin kıvamına dair kitap değil ansiklopedi yazabileceği kimsenin itiraz edemeyeceği bir gerçeklik. “Sessiz çoğunluğun sesiyiz” diyerek yola çıkanların bu çoğunluğu daha uzun süre sessiz tutmaya istidat ettikleri anlaşılıyor. İçerden son derece tuhaf görünen bu söylem ve eylemlerin dışarıda nasıl anlatıldığını ise açıkça bilmiyorum.

3. Dünya değil, doğu değil, batı değil kendine özgü bir tercihler dizisi. Eğitim şart diyenlere hak verdiren bir tuhaf kakafonik senfoni. Biz bu sessiz çoğunluk senfonisini hem dinliyor ve elleri patlarcasına alkışlayan entelektüel kadroyu takip ediyoruz. Lakin ne duyuyorlar, biz de dinlesek mutlu olacağız, maalesef bunu bilmiyoruz.

Erdoğan’ın Katar’daki Resmi Üzerine….

Veysi Dündar on Twitter: "Dünyanın hiç bir ülkesi yabancıya arazi satmıyor.  Ancak üzerindeki evi alırsın. Yerli ve Milli Cumhur İttifakı memleketin  toprağını satıyor... Yurt dışından bir karikatür. Hans anladı. Hasan  anlamadı..!… https://t.co/Zaw9DAXIs7"

Türkiye’de 1970’lerde doğmuş siyasi lider Selahattin Demirtaş, 4 yıldır hapiste. Ülkemizde gençlere pek de şans verilmez. Herkes sırasını bekleyecektir.

1971’in bir diğer özelliği de Katar ülkesinin bağımsızlığını kazandığı yıl olması.

1970 desen kurtarmıyor.

Katar Türkiye’nin vilayeti olsa yüzölçümü açısından 25.sırayı alır Erzincan’la bu sırayı paylaşırdı. Tabi bir farkla Türkiye’nin hiçbir şehrinde Katar kadar çöl bulunmaz. Nüfus açısındansa şehirlerimizin ilk 5’ine girebilir. Lakin İstanbul için 10 Katar eder desek de yanlış olmaz.

Katar’la ülkemiz arasındaki ilişkiler bir süredir çok iyi.

Lakin ufak bir sorun var ülkemizin bir süredir sadece Katar’la arası iyi.

Bir zamanlar Suud Kralı ölünce yas ilan etmiştik oysa ki. Bugün Suudi Arabistan neredeyse diplomatik ilişkileri kesme noktasında bizimle.

Katar uzun süredir ülkemizin münhasır muameleye mazhar olan  partneri.

Özellikle “Kanal İstanbul” projesinin arsaları denilince akla ilk Katar geliyor. Ben bu duruma dair bir twit atmıştım. Bu zamana kadar en çok ilgi toplayan twitlerim arasında ilk  sırayı alır.

Ülkeler arasında iyi ilişkiden zarar gelmez.

Ancak iyi ilişki kurulacak ülkelerin de çarpmada sıfır misali bir diğerini götürmemesi lazım. Katar’la kurulan ilişkilerin Birleşmiş Milletler’e bağlı yüzlerce ülkeden bu kadar iyi olması normal. Ancak normal olmayan geri kalanlarla ilişkilerimizin bu kadar kötü olması.

“Katar’la iyiyiz” diye “diğerleriyle kötüyüz” gibi bir durum akla geliyor. Bunun sebebi Katar mı bilinmez? Ancak bilinen şu ki Katar’ın Türkiye’de sahip olduğu arazi/arsa varlığı, Katar ülkesinin arazisi ile mukayese edilebilecek düzeyde. Hele ki Google Maps’de sapsarı görülen Katar coğrafyasına nazaran gayet münbit arazilerimizi aldı Katar.

Bir ülkenin en iyi dostu, bir diğer ülke olabilir. Esasen ülkelerin dostu düşmanı olmaz, çıkarı olur derler. Çıkarımızın en iyi olduğu bir ülke de olabilir. Ancak bütün parayı aynı ata koymak nasıl yanlışsa, dünyada da tek bir dost ülke edinmek pek doğru görünmez.

Katarla dostluğumuz parmak ısırtıyor. Peki diğer ülkelerle aramız niye bozuk?

Tarihi/kültürel bağa sahip olduğumuz ülkelerin istisnasız tamamıyla problemliyiz, Katar’la bu kadar dost ve kardeş iken neden diğerleriyle bu kadar limoni olmak zorundayız?

Türk dış politikasının bu enteresan sorusunun cevabını işin erbaplarına bırakalım.

Katar Şeyhi ile Cumhurbaşkanı arasında bir fotoğraf karesinden yola çıkarak aslında pek de tarzı olmayan şekilde Erdoğan’a yüklenen Kılıçdaroğlu bize tam olarak ne demek istiyor?

Son dakika: Kritik ziyaret! Başkan Erdoğan, Katar Emiri Al Sani ile bir  araya geldi - - Son Dakika Haberler

Özellikle Ecevit gibi diğer adı Kıbrıs Fatihi olan ve o denli cesur olmasaydı bugün Kıbrıs’ı istismar edenlerin pek de o kadar rahat konuşamayacağı Ecevit’e reva görülen haksızlığın, bir rövanşını almak istedi sanki.

Kılıçdaroğlu’nun daha çok AKP/MHP stili olan bir tarzdaki atağının dayandığı resmin detayı pek de eğilme/eğilmeme ayrıntısını içermiyor.

Zaten resimlerin bir anlamı var mı?

Allah Ecevit’e uygun görmediği boyu, Clinton’a verdiyse bunun suçu neden Ecevit’in olsun.

Ecevit'in Oval Ofis'teki o fotoğrafının aşırı acıklı hikayesi - Fikriyat  Gazetesi

Karşı tarafın seviyesizliği ile kendini ifade etmek yakışık alan bir tavır değildir.

Yine de ben bu eleştirinin asıl sebebinin hele ki tek derdi dış görünüş olan AKP cenahının molekülüne kadar izleyeceği bir kareyi bu kadar öne çıkarmanın hiç de tesadüf olmadığı kanısındayım.

Kılıçdaroğlu AKP’nin topuyla tüfeğiyle üzerine atlayacağı eleştirisini aslında vurguladığım gerçeği bir kez daha gündeme getirmek için yapmış olmalı. Bu amacını da bence gerçekleştirdi.

Bu zamana kadar hep Erdoğan konuşur karşı taraf cevap yetiştirirdi. Uzun zamandır bu konuşmalara cevap da verilmiyor zaten. Ancak bu defa cevap için yırtınan karşı taraf oldu.

Resimlerin manasızlığı üzerine zamanında yazmıştım. Resimler eğer içerikle desteklenmiyorsa sadece zaman kaybıdır, şekerli yada şekersiz sakızdır.

Pervin Buldan'dan Binali Yıldırım tepkisi! Belki utanırlar - Internet Haber

https://veysidundar.home.blog/2020/10/09/fotograf-gercekliktir/

Ancak Katar emiri ile Erdoğan’ın yanyana fotoğrafı dahi olmasa ya da Emir, Erdoğan’ın elini bile öpse sonuç değişmez.

Durumu Hans anladı Hasan da belki bir gün anlar.

Analiz, Veysi Dündar 9.10.2020

Fotoğraf Gerçekliktir (*)

Pervin Buldan'dan Binali Yıldırım tepkisi! Belki utanırlar - Internet Haber

 –

14 Temmuz 2018 (*) de yayınlanmıştır.

Fotoğraf icat olalı yaklaşık 150 yıl geçti. Fotoğrafın dünya siyasetine yön veren bir rolü olmuştur. İnsanlık tarihinin aklına kazınan fotoğraflar olagelmiştir. Bir savaş, bir tarihi an, bir ölüm, bir felaket bazen tek bir fotoğrafla ölümsüzleşir, kendine insanlık hafızasında yer bulur. Vietnamlı kızın çıplak kaçış fotoğrafı,

Clinton’un burnunu sıkan depremzede bebek ve daha yüzlercesi.

Anın ifadesidir fotoğraf. Çekilenin ve bazen çekenin aklından geçmeyen ama seyredenin zihnini yönlendiren tablolar fotoğrafın belki de en büyük sürprizidir.

Fotoğrafın keşfi resim sanatının ölümüdür diye düşünenler de çoktur. Amerika’da mahkemelerde fotoğraf çekilmez, gözlemciler resme dökebilir ancak gözlerinin gördüğünü. Bu istisnalar bir tarafa neredeyse hayatın her anının fotoğrafa tahvil olduğu günlerdeyiz. Neredeyse 24 saatimiz fotoğraf çerçevesine sığacak durumda. Hele ki İnstagram, Facebook kullanıyorsak Twitterda varsak hayatımızın her anı ve başka insanların anları birbirine karışmış durumda fotoğraflarla.

Fotoğraf anın yakalanması. Saniyeden bile kısa zaman dilimini sonsuzluğa tahvil ediyor fotoğraf. Yine Vietnam’dan polis şefinin infaz anının resmedildiği meşhur fotoğrafı herkes iyi anımsar. Ölümü bekleyen kurban ve silahı tutanın soğuk kanlı hali ölümden önceki anın hatırasıdır.

Gazeteciliğin önemli bir aracıdır fotoğraf. Ülkemizde önemli ölçüde itibar yitiren ve iktidar ile içiçeliği yönüyle sorgulanmaya açık hale gelen gazetecilik özellikle siyaset alanında da etkinliğini yitirme emarelerini fazlasıyla göstermektedir.

Bütün bu açıklamaları akılda tutarak Meclis başkanlık seçimine yansıyan bir fotoğraf karesinden bahsetmek istedim. Hüda Kaya, Pervin Buldan ve Binali Yıldırım’ı tek bir kareye sığdıran fotoğraf tek bir kare mi yoksa farklı ellerden çıkmış mı bilmiyorum ama bu anı saptamak en azından dünyaya o hınzır gazeteci gözüyle bakmanın bir ürünü.

Bilmeyen varsa anımsatalım. Hüda Kaya ve Pervin Buldan sohbet ederek oy sandığına ilerliyorken aynı anda Binali Yıldırım da sandığa ulaşıyor. HDP’li iki kadın vekilin sohbeti gülümsemeye  evrilmişken, Binali Yıldırım’ın hiç bitmeyen gülüşü ile pişti oluyorlar. Üç gülen insan adeta aynı anda oy atıp gülüşlerini çevre ile paylaşıyor görüntüsü veriyor.

Türkiye’yi tanımayan bir göz bu üçlünün farklı partilerde mücadele veren ama siyasi nezaketle birbirlerini teşvik eden birbirleri ile hoş sohbet içinde olan parlamenterler olduğunu değerlendirir.

Binali Yıldırım’ın bakanının ağır ithamlarına muhatap olan Pervin Buldan ile aynı karede böyle poz vermesini Türkiye’yi iyi tanıyanlar ise kaşlarını kaldırarak değerlendirir. Binali Beyin HDP’ye taviz verdiği, Pervin Hanımın da kendilerine bu denli ağır hakareti uygun gören zihniyetle uzlaştığını düşünür.

Fotoğrafın arka planında aslında resmin bahsettiğimiz o saniyelik tablosunun büyük ölçüde tesadüfi bir kesişmeden ibaret olduğu anlaşılıyor. Binali Yıldırım’ın yumuşak mizacı itibariyle iki hanımefendiye kaba davranmayacağını düşünmekle beraber birlikte aynı tabloyu tamamlama konusunda çok da gönüllü olmayacağına dair güçlü karineler mevcut.

Tanıl Bora’nın Türkiye’nin Linç Rejimi kitabı küçük ebatlı ama son derece içeriklidir. Linç galeyana gelmek yolu ile suçlu görülenin infazıdır. AKP ve HDP’nin linç kadroları anında aktive olmuş, buna HDP üzerinden suçlanan CHP kadroları da dahil olmaktan imtina etmemiştir.

Tablonun aslında tesadüfi olan görünümünü zihinlerindeki senaryoya tahvil edenler resmi teşkil edenlerin herbirini meşreplerine göre eleştirmişlerdir. Aslında birlikte poz vermek niyetinde olmayanlar özellikle de HDP cephesi kendilerine yapılan eleştiriyi karşılamak için bayağı bir çaba sarfetmiştir.

Çiçeği burnunda ser meclis ve ex sernazır Binali bey pek de mevzuya dahil olmamış, daha önce adı üzerinden yapılan sair eleştirilerde gösterdiği apatiyi göstermekten imtina etmemiştir. Twitter ahalisinin  feveranına muhatap olmamıştır.

Sonuçta anlık bir kesişmenin aslında bu kişilerin aralarındaki varolan/olması gereken ayrışmayı giderdiklerine delalet etmediği düşüncesi ahaliyi rahatlatmış görünüyor.

Bütün bu tartışmanın içinde ben keşke o resmin tesadüfi tablosu aslında kalıcı bir barış halinin de resmi olsaydı diyenlerdenim. Siyasetin tüm bileşenlerinin hangi görüşte olursa olsun sadece görüşlerini ifade ettikleri için yargılamaya tabi olmamalarının tescili olsaydı diyenlerdenim. Binali Yıldrıım’ın HDP’ye dair ötekileştirici söylemlerin artık kifayet ettiği, bu partinin sistemin içinde varolduğunun ve onu  %9,99 ile baraj altında tutmanın başarı değil siyasetin önünü tıkamak olduğunu anladığını hayal edenlerdenim.

HDP tarafında ise artık geçtiğimiz günlerde yazdığım gibi mecliste sadece şişe suyu içilebildiği dağın suyunun dağda kaldığı bilinci ile özgüvenli ve yüksek sesle: “Biz Siyasi Partiyiz. Biz siyasi parti olmayan hiçbir şey değiliz. Siyasi parti olmayan hiçbir şey de biz değil.” gerçeğinin yüksek sesle ve her platformda söylenmesi ve seslendirilmesini hayal ediyorum. Bu artık bir lüks değil. Bu artık bir tercih değil. Bu artık mecburiyet. 

Kimsenin artık hiçbir siyasetçinin bu ülke siyasetinden uzak kalmasına tahammmülü yok. Siyasetçinin siyasetin tüm araçlarını  kullanmaktan başka da çıkar yolu yok.

Resmi çeken ister gazeteci isterse başka biri olsun doğru bir iş yapmış. Resimde görülen bir umut. Niyetler iyiliğe tahvil olmak zorunda ve biz bunu istemekle mesulüz.

Che’den Deniz’e: Değişmeyen Amerikancı Sağcılık(*)

 –

(*)5 Ocak 2020’de yayınlanmıştır

Türkiye’yi hafızasız insanlar topluluğu olarak görüp yönetmek, yönetici elitler için büyük kolaylık olmalı.

Uzak tarihi dizilerle eğip bükmek kolay. Yakın tarih için işler o kadar kolay değil. Sonuçta her şey kayıt altında, yazılmış, çizilmiş, kameraya alınmış. O zaman tek güvenmeniz gereken vatandaşın hafızai nisyanı. Yeterince unutkan bir toplumda yaşıyorsanız rahatlıkla bundan istifade edebilirsiniz.

Kasım Süleymani’nin öldürülmesinin bölgesel ve küresel etkileri için yazanın eksik olmadığı bir ortamda konuyu değişik bir açıdan ele aldığım dünkü yazıma az ve öz tepkiler geldi.

ABD’nin soğuk savaş yıllarında çokça başvurduğu rakibi alt etme metodunu 2019 dünyasında tekerrür etmesindeki benzerliği kaleme almıştım.

İranlı generalin yok edilmesi bana Che’nin infazını anımsatmıştı. Generalin mezhepsel durumu nedeniyle bizim dinsel duyarlılığı yüksek kesimlerimizden bu denli ağır lanetlenmeye maruz kalacağını ise tahmin etmemiştim.

Bu duruma paralel olarak Dışişleri Bakanlığının orta yolcu açıklaması da beni şaşırtmıştı. Ancak tıpkı soğuk savaş döneminin Amerikancı-NATO’cu eski Türkiye’si gibi yeni Türkiye de, ‘ABD neylerse güzel eyler’ kıvamındaydı.

Guardian’da Ed Pilkington ise neredeyse benimle ruh ikizi bir anlayışla kaleme aldığı yazısında, Che’ye değil silah arkadaşı Castro’ya yapılan başarısız suikast girişimlerini anıyordu.

Dünyaya küresel pencereden bakınca aynı manzaranın görülmesi şaşırtıcı değil. İster İngiltere’de ister Türkiye’de olun az çok tarihe vakıfsanız, bu yalın benzerliği kaçırmazsınız.

Türkiye’yi artık 18 yıldır yöneten AKP ve son 5 yıldır ona yan çıkan MHP liderleri çok net soğuk savaş dönemi tedrisatını haizdir.

Hafsalalarındaki düşman imgesinin, ‘biz ve onlar’ ikiliğinin kökeni soğuk savaş yıllarının histerisinden başka bir şey değildir.

Bu sağlam ve yıkılmaz kale varlığını ABD’nin anti komünizm için yürüttüğü çabalara borçlu.

Deniz Gezmiş’i ipe götüren işlemediği cinayetler değildi. Onu 141-142 nolu kanun maddeleri astı. Bu maddeler, ‘memlekete komünizm gelmesin’ diye konmuştu. Komünizm önceden de makbul değildi. Ancak 1946’dan itibaren bu ülkenin en korkulu kabusu haline gelmişti.

ABD’nin kazandığı soğuk savaşın asıl gayesi SSCB’yi ideolojik olarak yok etmekti. Berlin Duvarı ile ideolojisini muhafazaya çalışan Doğu Bloku’nun son mümessili olan Gorbaçov’a, Reagan Brandenburg Kapısı önünde şöyle sesleniyordu: “Bay Gorbaçov Bu Duvarı Alaşağı Edin.”

Duvar yıkılmasına yıkıldı ama Türkiye duvarın arkasından olan korkuların esiri ve o korkularla iktidarda yalnız kalmayı başaranların tek taraflı idaresinde kaldı.

Hiç beğenilmeyen askeri vesayet Türk Solunun üzerinden silindir gibi geçip ortada muhalefet falan bırakmadı. Sağ kendine bulduğu münbit arazide canının istediği topu çevirdi. Çifte standartlı siyaset ABD’ye ya da başka devletlere içeride puanları toplamak için “EYYYYY” demeyi biliyordu. Ama iş diplomasiyi ayaklar altına alan bir suikast olunca ortada “E” bile görülmedi.

Amerika formunu muhazafa ediyor. Dünya 5’ten büyük diyerek TV programı yapmak kolaydır. Ama 5’linin en büyüğüne reel bir mukabele etmek için farklı meziyetler gerekir. Ayrıca bunu gerçekten istemek gerekir.

Soğuk savaşın anti komünizm masallarını bolca dinlemiş olan Türk sağının güncel mümessileri için, hiçbir zaman Deniz Gezmiş’in şu sözü mana içermemiştir:

“35 miIyon metrekare vatan toprakları işgal altındayken, bizim milli bütünlüğü bozmakla suçlanmamız gülünçtür. Mustafa Kemal sağ olsaydı çok şaşırırdı. Hareketimiz tamamen anayasal bir harekettir. Anayasamızın başlangıç ilkesinde belirtilen ulusun zulme karşı direnme hakkını kullandık. Bu sebeple anayasal bir davranışta bulunduk. Yaptıklarımızın haklı olduğuna inanıyorum. Halen de bu inancı taşıyorum. Türkiye’nin bağımsızlığından başka bir şey istemedim ve bu sebeple Amerikan emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı mücadele verdik. Bundan dolayı ölümden korkmuyoruz. Onu ancak işbirlikçiler düşünsün ve ancak onlar kendi canının telaşına düşsün.”

ABD’nin tüm bir soğuk savaş döneminde bu ülkede muhalefet ezilsin diye yaptıklarını unutamam.

Che’den Allende’ye Lumumba’dan Deniz’e, dünyada ABD eşitsizliğine karşı çıkanlar, yazık ki komünizmi diktatörlüğe dönüştürmüş SSCB ve uyduları ile bu emperyal güç arasında ezildiler.

Türkiye geçmişte olduğu gibi bugün de ABD’nin yoluna yol demekten kaçınmıyor.

Türkiye’nin hamasetten beslenen mevcut siyasetinin güçlü biçimde bu diplomasi katline karşı gelmemesine şaşırmıyoruz.

Türkiye’de gerçek bir ulusal politikanın ve haysiyete dayalı dış siyasetin Denizlerden öğreneceği çok şey var.

Kasım Süleymani’nin ölümü bize en azından bu gerçeği hatırlattı. Şerrin bir hayrı bu olmalı…

SON TARİH BÜKÜCÜLER

Study reveals why people lie - Science & Tech - The Jakarta Post

Selahattin Demirtaş dün twitter hesabından paylaştığı gönderide çok ilginç bir gerçeklik bükümünü gözler önüne serdi.
2014 Ekim’inde olmuş bir olayın 2015’e itelenerek, seçim meydanlarında oy talebine tahvil edilmesini anımsattı.
https://twitter.com/hdpdemirtas/status/1313753366036729856
Hepsi kayıt altında ve güncel tarihe dair olan bir olaylar dizisine eklenen senaryo, bu kısa videoda ortaya konmakta. Erdoğan’ın muhtemel ki 2018 seçimlerinde (o kadar çok seçim oldu ki yanlış da olabilir) Kobani olaylarının faturasını HDP’ye ve HDP’nin o günkü yönetimine çıkarmak için kurguladığı bu fiktif tarihle, aslında 7 Haziran 2015’de yaşanan hezimetin tekrar etmemesi hedeflenmekte.

Oysa ki 2014’te de bugün olduğu gibi ülkeyi AKP yönetmekteydi. Çok sevilen dini referanslarda ifade edildiği üzere; “Fırat’ın kenarında bir koyun da kaybolsa mesulü Hz. Ömer’dir”. İşin bu yönünü zaten sorgulamak mümkün olmuyor.

İster ekonomik, ister siyasi hiçbir krizde fatura ülke idaresine çıkmıyor. Tam aksine dış güçler ve iş birlikçi iç güçler elele verip ülkeyi krize duçar ediyor.

Bu kadar basit formülle; değil ülke, kuşsevenler derneği bile idare edilmez normalde. Gelin görün ki bu ülkede idareyi bir kez kapıp sonsuza kadar sahiplenmek isteyen bir iktidar için normal ve anormal çoktan özünü kaybetti.

Bu arada ilginç bir çıkış da içişleri bakanından geldi. Kobani olaylarının zaten yargılamaya ve anayasa mahkemesi düzeyinde sonuçlanmaya tabi olmasına karşın konunun tekrar gündeme gelmesini savunurken Kerbela’ya kadar götürdü geçmişi.
https://www.birgun.net/haber/soylu-hdp-operasyonunun-neden-6-yil-sonra-yapildigini-kerbela-ile-acikladi-318168
“Kerbela nasıl unutulmazsa, Kobani de unutulmaz” dedi. Son derece tuhaf bir benzetmeydi bu. Teşbihte ağır hata vardı.

Kerbela’nın taraflarını anımsadığımızda hatadan da öte ağır bir gaf ve tarih bükümünden söz etmeliyiz.
Kerbela’da şehit olan Hz. Ali’nin yolundan gidenlerin, bu ülkede katliamla yok edildiği olayların hemen hiç biri Kobani gibi tekrar tekrar gündeme gelmemişti çünkü.
1970’lerin Maraş Katliamı, Çorum Katliamı, biraz daha eskinin Kayseri-Sivas acısı ve unutulmaz Madımak Yangını. Bunlar daha ilk anda akla gelenler. Bir benzerlik kurulacaksa Kerbela ile bu olaylar üzerinden kurmak gerekirdi. Diğer taraftan onlarca masumun aynı anda katledildiği, Suruç, Gar katliamları, Kanlı 1 Mayıs gibi olaylar da Alevilere daha yakın duran kesimlerin toplu yok edilişleri değil mi?

Türkiye’de 1970’lerin saflaşması anımsanacak olursa Kerbela’ya kadar hesabı geri çeken Süleyman Soylu, yakın durduğu ideolojik safların vermesi gereken hesap bakımından mahcup olmalıdır.
Lakin bu ülkede mahcup olmak uzun süredir unutulmuş bir kavram.
Hele ki iktidar cephesinde.

-Hemen tüm dış politika hamleleri iç politika odaklı olan ve hepsinde de ters geri duruma düşen iktidar, mahcup olmuyor.
-“İstanbul’u kaybettiği halde ülkeyi yönetmem doğru mu?” sorusunu sormadığı halde, mahcup olmuyor.
-6 milyon seçmen 12 milyon insan seçme iradelerinin dışında yönetimlere tabi oluyor, mahcup olmuyor.
-Kendisi kapısına giderken makbul olan Avrupa yargısı, Anayasa yargısı başkalarına yarayan karar verdiğinde yok hükmüne geliyor, mahcup olmuyor.
-Ülkeye paralel bir yönetimin ahtapot misali yerleştiği yıllar boyunca ülkeyi tereddütsüz yönettiği halde mahcup olmuyor.
-Ekonomik öngörülerinin tamamı yanlış çıkıyor, mahcup olmuyor.
-Ülke ne depreme, ne sele, ne yangına, ne yer kaymasına hazırlanmış, mahcup olmuyor.
-Ülkenin en büyük istihdam sektörü sokaklarında hurda arayan insanlar olmuş, mahcup olmuyor.

/Biz başkaları ve ülkemiz adına bütün bunlardan, mahcubuz.
/Selahattin Demirtaş’ın bu ülkenin 100 yıllık sorununun tek müsebbibi gösterilmesinden, mahcubuz.
/PKK’yı bizatihi kuran şahsın yazdığı mektuptan medet umanların pişkinliğinden, mahcubuz.
/“Bizim PKK ile bağımız yok” diyen HDP Başkanının sözünü bağırtıyla susturan sözde gazeteciden, mahcubuz.

Mahçubuz ama umutsuz değiliz.
Güneşi balçıkla sıvayanların, o balçığın eriyeceği zaman olacaklardan da haberdar olması gerekir çünkü.

Analiz, Veysi Dündar 8.10.2020

Fren Patladı, Bu Kamyon Nerede Duracak?



Türkiye’nin kendini yasaklara karşıyım diyerek iktidar koltuğuna yerleştiren tek partisi yasağın padişahını bize hazırlıyor.

AKP- MHP koalisyonunun demokrasiden nasibini almayan sıkıcılığı, iç karartan bir hal aldı.
Televizyonu seyredilmez, gazeteyi okunmaz kılan bu sıkıcılıkta son perde sosyal medyayı yasaklamak oldu.

Cebimizdeki telefonun bekçiliğine soyunan bu ahir zaman sosyalizmi eğer kendisine dur denmezse ülke sınırlarında Facebook’u İnstagram’ı Twitter’ı kapatacak.

Herkesin bildiği fakat kimsenin söylemediği gerçekler sıralamasında, sosyal medyanın AKP koalisyonunu cin görmüş gibi korkuttuğu realitesi ön safta yer alıyor.

İnsanların kişiselleşmiş dünyalarını kısıtlayarak; kendi doğrusunu dikte etme girişimine yasal kılıf uydurma, iktidarın gerçeklikle ciddi anlamda bağını kopardığına delalet ediyor.

Halka sorulsa alınacak cevap aşikar iken, bu girişimin arka planındaki akıl bize tarihte yazılmış ilk romanı anımsatıyor:

Donkişot’un değirmenlere açtığı savaş misali, AKP koalisyonu sanal dünyayı insanlardan uzaklaştırma gayretinde.

Ülke zaten döviz kurlarının 3 senede 3 katına çıkmasıyla zahiri parmaklıklarla kapandı.
3 senede maaşı ancak %30 artan her Türk vatandaşının geliri dolar bazında tam %60 geriledi.

Yurtdışına tatile gitsek marketten su alırken bile düşüneceğiz.
Otelde kalmak yerine parkta yatmak gerekecek. Uzak doğuya alacağınız gidiş dönüş uçak bileti ile altınıza bir yerli/milli araba çekersiniz.

Başarısızlığını tescil ederek yoksulluğa karşı başkanlık sistemini değil, Hazreti Eyüp’ten yadigar sabır kavramını öneren Cumhurbaşkanımız, belli ki sosyal medyada temas etmemizi istemiyor.

Partinin eteklerine yığılmış bağımlı siyasetin mugalata ve söz oyunları ile tüm parlatma çabalarına rağmen, sansürden öte tanımı olmayan bu düzenin önündeki tek engel, ülkenin anayasasında yazan hak ve özgürlükleri korumakla mükellef Anayasa Mahkemesi.

Eğer bu kurum da bu yasakların sonuçlarını ve yaratacağı felaket düzenini tespit ve teşhis etmezse, Türkiye Kapıkule’den Habur’a kadar, George Orwell’in 1984 romanının sürekli temaşa edildiği bir tiyatro sahnesine dönüşecek.

Yürütmenin el koyduğu düzenleyici otoritelerin (RTÜK vs) tahakkümü aleni iken, buraların da kısa sürede çölleşeceğini öngörmek için müneccim olmaya gerek yok.

Sanal ve sahte hükümet bültenleri ile; artık tarihin en arka odalarına atılmış eski komünist rejimleri andıran bir haberleşme ve medya düzeninin, hayal edildiği aşikar.

Bu olanaksız distopyaya ulaşmak için harcanan çabanın acıklı hali ise, bu ülkenin insanlarına yoksulluk olarak fatura ediliyor.

Sosyal yardımla değil, kendi emeğiyle yaşamak isteyen milyonlarca genç işsiz. Ülke 5.sınıf süpermarketlerin hazır ürünlerle piyasaya sağlıksızlık sunduğu bir aşamaya geldi.

Ucuz gıdalarla özleşen kalitesizlik uzun dönemde sağlık sistemine fatura olacak. Gerçek şu ki sağlık sisteminin hasta garantili modeli de sanki bunun için elini oğuşturuyor.

AKP’nin internetin, sosyal medyanın, dijital çağın tüm imkanlarını kullanarak sürdürdüğü uzun iktidarının bu aşamasında halkı bundan mahrum ederek var olma çabası nafiledir.

Buna rağmen yaşayacağımız sürecin bize kaybettirecekleri reel ve elle tutulur olacaktır.

Ülke 20.Yüzyılın ortalarında doğmuş ve daha güncel kavramların adını bile telaffuz edemeyen bir arkaik yapının, onu geçmişte sabitleme çabası ile yorulmaya devam ediyor.

Faizle kurla mücadeleyi kendisine bırakmamızı isteyenler; bugün kurun önemsizliğini, faizin neden değil sonuç olduğunu bize anlatma derdinde.

Çare olarak zaten çok iyi bildiğimiz, onlardan çok daha önce yazılmış kutsal kitabın öğretilerini bize sunuyorlar.

Yine de bununla ikna olmuyor ve birbirimizle iletişim kurmayalım diye sosyal medyayı kapatmaya çabalıyorlar.

Bütün bu distopik sürecin, bütün bu zorlamanın mantıksız bir gidişi doğrulamak için olduğunu anlamak güç değil.

Bu frensiz giden kamyonun duracağı yeri kestiremeyoruz.
Sadece şundan eminiz. Fren patlak ve bu kamyon hiçbir araç muayene istasyonundan yol izni alamaz.

Analiz, Veysi Dündar 7.10.2020

Balondan Milyonerler

1 milyon TL ödül vereceklerini duyurdular - Son Dakika Flaş Haberler

MİLYON TL DEĞİLDİR 128.700 DOLARDIR.

Türkiye’de özellikle havuz basını acınacak hale geldi. Ülkenin asli gündeminden kopunca, mecburen sanal ve zorlama gündemlere yöneliyorlar.
Dün yansıyan haber aslında bir istatistik.
İstatistikler bir tek Türkiye’de haber değeri taşır. Bu geçmişte de olurdu. Ama basının tek tipleştiği, tek bir noktaya hizmet ettiği günümüzde, hiç de sempatik bir netice görmüyoruz.
Habere bakarsak Türkiye’de son 8 ayda 69.013 yeni milyoner olmuş.
http://www.gazetevatan.com/milyoner-sayisi-8-ayda-69-bin-13-artti–1345981-ekonomi/

Hesabında 1 milyon TL’den fazla kişi olan sayısı bu dönemde tam bu kadar artmış.
Tabi bu istatistik boşuna yayınlanıp yayılmıyor. Gaye ülkenin ne kadar zenginleştiğini göstermek. Göze sokmak.
Tabi bu yandaş ve havuz basının bir numaralı vazifesi. Güzelim reklam pastasını insana bedavaya yedirmezler.

Peki bu 1 milyon lira sahipleri bu kazançlara nereden ulaştılar? Yoksa aslında pek de bir şey yapmadan mı paralarına para kattılar.
Aslında hem öyle oldu hem de olmadı desek daha doğru olur.
Bugün 1 milyon TL’ye 128.700 dolar alabilirsiniz.
Ya da 128.700 dolarla 1 Milyon TL alırsınız.

Aynı 128.700 dolarla 31.12.2019 gününde alabileceğiniz Türk parası ise 765.765 TL idi. 1 milyon TL almak için vereceğiniz dolarsa tam 168.067 idi.
Yanılıp da 168.067 dolar verip 31.12.2019 günü 1 milyon lira aldıysanız yandınız. Bugün 168.067 dolar tam 1.300.000 TL ediyor çünkü.

Sizinse elinizde sadece 1.000.000 TL’niz var ve onun ederi yukarıda hesapladığımız üzere 128.700 dolar. 40.000 dolarınızın üzerine soğuk bir maden suyu için.
Bu 128.700 doları almak için 2018 sonunda 680.000 TL kafi idi. Yanılıp da 2018 sonunda 1 milyon TL almak için dolarınızı verdiyseniz, bugün tam 468.000 TL zarardasınız. Tam 60.000 dolarınız havaya uçtu.

2017 sonunda bu rakamlar sırasıyla 485.000 ve 1.061.000 TL. Yani 2017 sonunda 1 milyon TL almak için vereceğiniz dolarla bugün 2.061.000 TL’niz olurdu. Burada kayıp dolar tam 136.550. Yanlış duymadınız, 1 milyon TL 2017 sonunda tam 266.000 dolar ediyordu çünkü.

Ez cümle 2017 sonunda 485.000 TL’si ile 128.700 Amerikan Doları alan bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bugün milyoner safına geçmektedir.
Üstelik dolarına Allah’ın emrine uyup faiz bile almamış olsa bu böyledir. Oysa bana itiraz edenler TL mevduat faizini ya da kâr payını göz ardı ettiğimi söyleyecekler.
Belli ki Allah’ın “faizden uzak durun” emri doları olanlara daha çok uyuyor. TL’si olanlar faizden uzak dururlarsa, başlarına gelecek olanı çok daha iyi düşünmek zorundalar.

2017 sonunda 128.700 dolarını satıp 485.000 TL alan bir TC vatandaşı parasını değerlendirmediyse, bugün o 485.000 TL’si ile sadece 62.000 dolar sahibi olabilecek.

Herkesin yapabileceği basit matematik hesaplar bunlar.
“Kim Milyoner olmak ister?” sorusunun cevabı bellidir ve kesindir : “Herkes”.
Peki “kim milyoner olur?” sorusunun cevabı nedir? Görülen o ki doları olanlar.

Bu arada aynı dönemde altın üzerinden hesap yapsak oturup kendimizi denize atsak yeridir. Malum bu dönemde önemli ölçüde altın mevduatı toplandı. Vatandaşın gram üzerinden altını var artık bankalarda.

Peki 2017 sonunda kaç liralık altınımız olsaydı bugün milyoner olurduk diye sorsak ne cevap vermek gerekir ?
Malum 485.000 TL’lik dolar bizi milyoner yapmıştı.
Altında iş daha kolay. Sadece 347.000 TL’lik altın almış olsaydınız 2017 sonunda; bugün siz de milyoner safında yer alabilirdiniz. Yanılıp da 2017 sonunda 158 liradan bozduğunuz altın ile 347.000 TL alıp Türk parasına saygı duruşunda bulundu iseniz geçmiş olsun. 2017 sonundaki 2kilo 200 gram altınınızdan, tam 1 kilo 434 gramı buharlaşmış olacaktır.

Bu hesapları yapmak için Veysi Dündar olmanız şart değil.Basit matematik kafidir.

Ancak bu ülkeyi en tepeden yönetenler bize bunu vaat etmediler. Paramıza sahip çıkmamızı salık verdiler. Dolarlarınızı satın, altınlarınızı bozun dediler.
Bugün bunu yapanlar milyonerlere yutkunarak bakıyor.
Milyonerlerin bu işte suçu yok. Onlar sadece kendi zekalarına ferasetlerine güvendiler. Sonuçta kazandılar.
Kaybeden yönetime güvenenler oldu. Faturayı da yazık ki onlar ödemek zorunda. En azından şimdilik…

Analiz, Veysi Dündtar 5.10.2020